Sayfalar

10 Haziran 2014 Salı

Katran

I.veda neziri

sözün harfi bağışlamadığı yerden geldim
sabır telkin eden ayaklarımı unutup
taşın ve suyun uzağına geldim
oysa erkenmiş daha
ceplerimi sökerek ayrıldığım kendimden
ne kadar uzak düşsem
çeşmeler yine susacakmış yüzüme
geç oldu ama bunu da bildim:
yarıldı aklımın serinliği
herkes bir nehrin dalgınlığıyla baktı bana
ben ey paslı sözlerin sahibi
onca zaman sonra
herkesin yalanın saçlarını okşadığı yere geldim

herkesin veda hevesiyle toprağa imrendiği yerde
iki gece beş kış uyudum rüyama
kara atlar kışı geldiğinde
artık kalbime gerek yok, diyordum
olsa da faydasız
beni kadırgamdaki üveyiklere mahcup kılacak
hangi kelime geçit
dokunduğum ipeklerden yükselen zerre
bana neyi fısıldar, diyordum
ama bir gün bir harf parmaklarıma dar geldi
kirpiklerimin işaret ettiği vadiye baktım
bir gün ceketimle bir kapıya yığılıp durdum:
adımın geçtiği yerde bana kim üşüyebilir, dedim
her taşa tuttuğum alnımı kim unutturabilir bana


daha çok dökülmeden varıp sormalıydım çünkü
ellerim titrerken çıraklığım nerde bitti
sebepsiz ıslanırken yoksul eskilerim
kayaları yalıyan köpeklere eşlik ettimse niye
kendimi soldurmakla ünlendim sonunda
sandım ki su bana sırrını bağışlayacak
taşa rastlayan bir çivi nasıl susarsa
öyle eğileceğim her kuşkuya
sandım ki söğüt ağaçlarına ağlayan
ürkek süvarileri susturabilir
ellerine bakarak büyüyenleri sevip
okuduğum veda yüzleri unutabilirim
çıraklığım nerde biter bilmeden
yedi cüretle geçtim kapılardan
yine de kaplan kini bırakmadı beni

hududa kulak veren boynuma
ne söylediysem faydasız
kırmızı karlar yağarken affedecektim
herkesi ve nezirimi
bu başkasının kini olmalı, dedim
bu gergef eski
vahdeti bozdum, daha çok mahvolmak için
çelikten aynalar tuttum çöle
haram sularda dağladım marifetimi
ne yapsam, ne yapsam
yine de hep, ah
düşmanımın teni çekti beni

en sonunda
başkasının kanatlarıyla vurdum kıyıya
yaralı atlarım, kırbamdan dökülen kan
gelip almaya gücümün yetmediği iştah
havaya atılan taşla vardım kapılara
çok eskiden yeterdi bana
duvara dayanmış tüfeklerle aldığım soluk
sanıyordum ki
rüzgâr her sözü süpürmeden anlayacaktım:
herkes ölüm kınaları sürünüp beni unutacak
ah ve ay’la görünecek görünmeyen
etimde sınanan bir veda ki
içimden o kelâm-ı kadîm akacak:
beni herkes en son gördüğüyle hatırlayacak

çünkü temaşakârların yalanıyla indim
çocukluğumun yılan sarnıcına
dilim ve rüyam geride kaldı
uzak düştüm yas çadırlarının kahrına
kırk inziva bakarken gözlerim
dedim: kara yazlar biriktireceğim yazgıma
gün gelecek göç edeceğim sarnıç ve şerrimden
ellerinden dövme güller düşürüp
güneşe sırt dönenler
kısmet ve Allah’ı burada değildi
diyesilerdi bana


II. veda tavafı

puhu kuşlarıyla uyanıp
endam aynasında gördüğüme kıyam etsem
o isli tandırın etrafında ne kadar dönsem de
bir kuyu başında herkes kadardım işte
herkes kadar sevdim hatamı
söz olsun ki kustum öğrendiğim kelimeleri
ve eğildim uzağımdaki seyrime
kuyuya düşen kara çocuğa bakarken
son kez bakarken bende kararan bana
solarken solan her insan kadar
sordum suya karışan arzuma:
bir kötülük vaadidir insan
ey gizli çürüyen sima
yol dönsem şimdi kime

uzak kervanlara terk edilmiş atlar gibi bakmasaydım
başkasının gözleriyle sevmeyecektim kendimi
bir tenha bulaydım kara kışlağımda
eğilip yalıyacaktım sağramı
ah, sırtımda rüya ve rüzgâr
ölüm suları dökünüp
yeniden sırdaş olacaktım cesedimle
ey zamanı kısa denilen heveskâr suret
kadınların hatırladıkça içlendikleri
o çok çocuklu çıkrık sesi
belki bu kadar incitmeyecekti beni
yalnızlığın herkese düğme olduğunu bilmesem
daha ikiydi tavafım, belki gitmesem..

bir geyiğin gözlerinde kıştı uyandığımda
oysa öğrenmiştim dişlerimi sıkmadan
göklere yakın uyumayı.
fakat dizlerim geyikler kadar koşarken tuzağına
hep bir fukara öfkesi belli etti beni
yokluk vadisinde ziyan seferiler
dönüp son kez baktılar bana
dediler: zamana küs
öldürdüğün yılanları gömmek için gelme
ağunu kirpiklerinin hürmetine sakla
çünkü kış kanat germez toprağın imâsına
nasılsa herkes ömrünü yer
dön sen
kalbin acısını ayakların sızısı alır
dönsen de


daha uzağa gidebilirdim ayaklarım olmasa
yükümü mola taşlarında indirmez
geceden geceye katrana bulamazdım göğsümü
parmaklarım her beladan hevesini alır
anlardım: geçer zaman
insan kötülüğüyle nam alır
ve ricat eder yılan derisine
bir elin bir ele selamıyla
velev ki geçer zaman
hâşâ, demedim, ama
kalpte zina gibi geçti söz içimden:
daha gül sen, daha gül
insan duman hevesindedir dünyada

yarasaların kanat sesleriyle
atımın masum boynundan inip
iki harf arasında şüpheyle kıvranan
toprağa ve adıma baktım
bir yaprak gibi ağdım boşluğa
ağzımdaki sağanağı dindirdim
ve fakat rüyâ terzisi razı gelmedi
kendimin kal’asında kirli durmama:
avuçta sıkılmış bir taş gibi durma, dedi bana
çünkü sorar her taş, sormalı:
neden benim kadar katlanmadın bana

kaç zaman sonra
eksik tavafıma bakıp
uzak gözüyle ağlayan bir kadına söz düştüm:
kıvranan ömrün uzun olsun, dedi bana
o yokluk burcunda git ve gel
Allah bir tenha bulur belki sana
belki bana gel..


III. veda hutbesi

ey sabahına uzak düşüp meydanda sıra bekleyen
çok yer dolandım sonunda yanına düştüm
sokaklara vardırmadım gözlerimi ama gördüm:
şehirde herkes tebdil, erkekler yalan
orada herkes tacir arzusunda
şimdiden sonra her söz tehir gelir onlara
orada zifiri kadınlar zamanla kendilerine kararır
denizi bilmeyen çocuklar suyu söyletir:
şehirde herkes teşhir, kadınlar yalan
andolsun ki neden sustuğu şüphe
bir seda kadını sevdim orada
uzadı saçları, görmedim
her harfi sağdım
alkışlar aldım şehirden çıkarken
erkekler ayan da, her kadının kalbi sır
neden, bilmedim

bildiğim, o haram duvardan neden geçtiğim
neyim varsa geride bıraktım çünkü
oysa gözlerim ki biri kibir biriktirir
biri içlenirdi ötekinin mahsenine
meğer denizi buluncaya kadarmış nehrin telaşı
hasılı bir bardakta iki suymuş kıymet ve kıyam
anladığımda gelip durduğum duvar
kollarına aldı beni ve git, dedi:
daha uzağa ve doğu’ya
saçlarını arkaya yaslayacak kadar
öğren yokluğun yılan dilini
doğu’da her şey bir vedayla sezilir
ey sözün sedefi
seni göndermez
anlam ve âmâ nerde
kulağına fısıldardım ammâ
sen de bir riyânın çocuğusun sonunda

iki taşın sesinden çıkan alazla
her sabah yediğim toprağı unutup
soğuk taşlar biriktirdim sabahla gelenlere
ama her seferinde yatır uykusuyla
döndüm herkese ve ezberime:
şüphesiz, o eski ağunun çocuğusun sen
denilen tekrarı duydum her seferinde
karaağaç, karaağaç
sen de duydun mu, dedim
duydum, dedi
ama ben sözümü yutar taşımı çoğaltırım
her sırrını meydan eden o şüphe beytine:
ey geceden geceye katran isteyen
yoksulun oldum her seherde

göğsüme doldurduğum kemikler yetmez olunca
altın ufağı ayaklarıyla yolu tozutan kadınlar
hüsran renginde baktı bana
yüzümdeki peçeden umar yok, dedim onlara
kendine şehvet dedirten dünyadan payım yok
bir kırbacın iç çekişinden beklediğim sadakat
incimi nerde düşürdüğümü hatırlatmıyor bana
kusur benimdir, başa dönen tespihle affedin beni
boynum eğilirken çıkardığım ses
nöbet durduğum uykular, sonunda:
bu kimin haramıdır, diyecek bana

son gece, bir kadının çadırında
eğildim kar kuyularının ateşine
mübarek akşamdır diye yaktığım kandil
kıstığım kadın, sırrım ol, dedi
korkarım gizli bir bıçak imtihan ediyor beni
çünkü ay batarken hendekler kazacaklar sana
ve sen söyleneceksin:
sırtındaki ben, gözündeki kıymık
neden görünüyor şimdi bana
ve belki yeni bir mezhep için
ferman edeceksin feryat edenlere:
aşk bir yutkunmadan başka nedir
aşk bir yutkunmadan başka nedir
yeniden ırayacak yolların
sanırsın yeniden çöl ve bedir

kör akşamların hışırtısını duyduğumda
artık hakkım yoktu
kimsenin otağında söz dökmeye
hile ve hevestim herkesin huzurunda
sim yeşili sularla örttüklerinde beni
uzak, mor bir örtüydü doğu’nun rüzgârında
duydum: herkes başkasının ateşiydi sonunda
böylece uzadıkça uzadı ardımda tüten akşam
geceye ellerini açanların sancısı sararken beni
ey hâlâ yollardan bir göz uman
ey kör, dedim
her nefes kafestir artık
her nefes kafes
beni senden soracaklar, şahit ol!
inandım: biriktirdiğim nal sesleri ezel
inandım: her şey ben gittikten sonra güzel

Kemal Varol